Karadeniz’in Oflusu olan Sabahattin Ali yaşamının büyük bir kısmını ve öğrenimini İstanbul’da yaşamıştır.
Babasının bir zabit olması hasebiyle çok şehir dolaşmış çok yer görmüştür.
İstanbul Muallim Mektebi'nde eğitim almış. Hocası Trükçü yazarlardan Ali Canip Yöntem olmuştur. Etkisi de görülmüş Çağlayan ve Akbaba dergilerinde ilk yazılarını yayınlamıştır.
Öğretmenlik diplomasını alınca pek çok şehirler gezmiş, gittiği yerlerde aşkı yüreğinde hissetmiştir. Ve bu aşklar bir çok meyve vermiş yeni eserler ortaya çıkmıştır.
"Ne Kazandık" (1927), "Kalbimde Aşkınız" (1927), "Ebedi" (1928), "Yat ve Uyu" (1928), "Bütün İnsanlara" (1928), "Firar" (1928) …
Mustafa Kemal Atatürk, o dönemlerde yabancı dil öğretmeni yetişsinler diye öğretmen okullarından mezun olan on beş kişinin beşer kişilik gruplar halinde İngiltere, Fransa ve Almanya'ya gönderilmesini istemiştir. Sabahattin Ali de bu grubun içerisinde yer almıştır.
Orada Almanca eğitimi almış ancak söylentiye göre Türklüğe hakaret eden bir Alman öğrenciyi yumrukladığından buradaki eğitimi kısa sürmüştür.
Türkiye'ye döndükten sonra İstanbul Yüksel Muallim Mektebi'nde yatılı okumakta olan Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Orhan Şaik Gökyay, ve Nihad Sâmi Banarlı gibi Türk tarihinin mihenk taşları olan arkadaşlarının yanında kalmıştır.
Gazi Terbiye Enstitüsü'nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girmiş, ardından da Aydın Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak atanmıştır.
1930'lu yıllar ilk toplumsal gerçekçi denemelerinin yayımlandığı ve Nazım Hikmet ile tanıştığı bir dönemdir. Yazı süreci hızla devam etmektedir; ancak ikinci bir ihbar, bu sefer onun tutuklanmasına yol açacaktır. Aydın Erkek Sanat Mektebi'nde bulunan Türkiye Kominist Partisi'nin Kızıl İstanbul adlı gazetesi, onun öğrenciler üzerinde yıkıcı etkisi olduğu ihbarı ile tutuklanmasına neden olur. Söz konusu parti ile ilişkisi olmadığından dava beraatle sonuçlansa da, 3 ay süren tutukluluğu, onun eserlerindeki karakterlerin oluşmasında önemli bir yer edinir.
1931 senesinde Konya'ya atanır. Burada annesi ve kızkardeşi ile birlikte yaşayan Sabahattin Ali; hem Almanca öğretmenliğine devam eder, hem de kalemini işletir. Yazdıklarım bir taraftan da dergi ve gazetelere gönderir. En önemli eseri olan Kuyucaklı Yusuf bu dönemde Yeni Anadolu gazetesinde 15 sayı kadar tefrika edilmiştir. Ücretini alamayınca tefrika yarım kalır ve bir ihbara daha maruz kalır.
Bir arkadaş meclisinde okuduğu şiir, Gaziyi ve İsmet İnönü’yü yerdiği iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde dava açılır ve ardından tutuklanır.
Tutuklanmasına sebebiyet veren şiiri "Hey anavatanından ayrılmayanlar" şeklinde başlamaktadır.
“Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hâlâ hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
…
İskendere bile dudak bükünce
Hicabından yerler yarılmış mıdır?”
Sabahattin Ali bu tutuklanmayı şu şekilde ifade eder:
“Bir hiç yüzünden, yarı bir iftira yüzünden bir heyecanlı şiir yüzünden hayatımın en genç iki senesini zindanlarda geçirmeye mahkum eden bir zihniyette…”
Bu süreç sonrasında memurluktan atılır ve Sinop cezaevine gönderilir.Sabahattin Ali'nin hapishaneye dair görüşlerini Duvar hikâyesindeki şu satırlar çok güzel ifade etmektedir:
"Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak, ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir."
Sinop Cezaevi, maalesef pek çok yazarımızın o 'deli dalgalar'a dayanmaya çalıştığı bir yer olarak tarihteki yerini alırken, Sabahattin Ali'nin kaleminden Hapishane Şarkısı adlı şiirler çıkmış, Göklerde Kartal Gibiydim ve Aldırma Gönül bugün her dilde ve gönülde yer eden nağmeler olarak bestelenmiştir.
Cumhuriyet'in 10. kuruluş yıldönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kalır.Ancak kimse ona iş vermek istemez. Suçu, Mustafa Kemal Atatürk'ü tahkir etmek olduğu için bu kişiler sorumluluk almaktan korkmuşlardır.
Affedilmesi ve iş bulabilmesi için, 1934 yılında ise kendisinden Atatürk hakkında bir kaside yazılması istenmiştir. Kendisi de bu istek doğrultusunda Varlık dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında "Benim Aşkım" adında bir şiir yazmıştır.
“Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye/Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor”
Bu şiir hakkında Dayı oğlu Sabahattin’e pek de dostça yaklaşmayan Reşit.M. Ertüzün’ün yorumunu okuyalım:
“Sabahattin’in Atatürk’ü övdüğü o kasidemsi şiiri aşka gelip de içten duygularla yazmadığı bellidir.”
Fakat bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletilmiştir.
Ardından Maarif Vekili ile görüşen Sabahattin Ali, kendisine lanse edilen komünist sıfatının doğru olmadığını ispat edebilmek için yazılar yazdığını ve Esirler adlı oyununun halkevleri tarafından sahneye konacağını söylemiştir.
1935-1945 yıllan arası en verimli dönemi olurken, 1944 senesinde Nihal Atsız tarafından içimizdeki Şeytan adlı romanından ötürü başbakana yazılan mektup ve ardından Ali'nin açtığı dava onun düzenini bozar. Mahkeme, sonuçta Atsız'ı mahkûm etse de bunu izleyen günlerde Sabahattin Ali şahsına yapılan saldırılardan yakasını kurtaramaz.Yine bu dönem Kürk Mantolu Madonna’yı yazmıştır.
1944 sonrasında Markopaşa, Malum Paşa veya Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert ve daha eleştirel bir dil kullanmıştır. Zekeriya Sertel'e 1946 yılında söylediğine göre siyaset ve politikayla daha fazla ilgilenmek istemiştir. Yine aynı yıl ailesini Ankara'da bırakarak İstanbul'a gelmiş ve Aziz Nesin'le beraber Markopaşa dergisini çıkarmıştır.
Mizahi yönünden çok siyasi yönüyle tartışmalara neden olmuştur. İlerleyen dönemlerde dergide çıkan ve çoğu imzasız olan yazılardan ötürü davalar açılır. Davaya konu olan yazılardan biri dışındaki yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'a aittir fakat derginin sorumlusu Sabahattin Ali olduğu için yazar hapis cezasına çarptırılmıştır. İstanbul ve Paşakapısı Cezaevi'nde bir süre yatan yazar, 10 Eylül 1947 tarihinde tahliye olmuştur. Yine bu dönemlerde Markopaşa kapatılmış bunu takiben de Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartılmıştır.
İlerleyen dönemlerde yazar hakkında tekrar tutuklama kararı çıkartılmıştır fakat tutuklama işlemi gerçekleşmemiştir. Bu dönemlerde Ali Baba dergisini çıkarmış ve "Sırça Köşk" adlı öyküsünü yayınlamıştır. Bu öykü Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılmış, kendisi de Sultanahmet Cezaevi'ne gönderilmiştir.
Toplatılan Sırça Köşk Hikayesi:
“Tembel ve gittikleri hiçbir yerde barınamayan üç arkadaş bir kente gelirler. Yolda gelirken içlerinden biri kendilerini rahat ettirecek bir yol bulur. Bu yol icabı geldikleri kentte dolaşıp, herkesin duyacağı şekilde ve şaşkın bir edayla "Bu ülkenin sırça köşkü nerede?" diye sorarlar. Sırça köşkün ne olduğunu halk merak eder. Üç tembel arkadaş sırça köşksüz kent olmayacağına onları inandırıp bir sırça köşk yaparlar. Köşkü gittikçe büyütürler. Sırça köşkün ihtiyaçları giderek artar, oraya giren hazır yemeye alıştığından oradan ayrılmak istemez, dışarda kalanlar da oraya girmeye çalışırlar.
Sırça köşk giderek halka yük olmaya başlar. Halk, üç uyanık arkadaşa sorular sorar, bunlara uygun birer cevap alırlar. Sırça köşkün ihtiyaçları karşılanamadığında, sırça köşktekiler zora başvurur. Halkın yiyeceğini, içeceğini zorla alır, itiraz edenleri sırça köşkün bodrumuna kapatırlar. Halk bu beladan kurtulmaya çalışmaz, sırça köşkün adamları da köşkün hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğu düşüncesini yayarlar, safları inandırır, inanmayanları hile ve zorla sustururlar. Zamanla halkın vereceği bir şey kalmaz. Son koyunlarını da bir emirle getirirler. Bu durumda halkın artık korkmayacağını bilen üç tembel arkadaşın elebaşısı sesini tatlılaştırarak halk için yaptıkları fedakarlıkları anlatır.
Getirdikleri koyunların hepsini yemediklerini bir kısmını geri vereceklerini açıkladıktan sonra kellelerin halka dağıtılmasını emreder. Kelleler dağıtılır. Biri bakar ki kellelerin beyni yok. Kellelerin dili ve gözü de yoktur. Kellelerin beyin, göz ve dillerinin olmayış nedenini sorduklarında "Siz onları ziyan edersiniz" cevabını alırlar. İçlerinden biri "bana böyle başın lüzumu yok" diye kelleyi fırlatınca sırça köşkte bir delik açılır. Herkes elindeki kelleyi fırlatınca, sağlamlığına inanılan köşk tuzla buz olur. Halk normal yaşayışına döner. Olayların bu şekilde bittiği bu masalda da bir kıssadan hisse paragrafı yer alır.”
Markopaşa süreciyle birçok kez tutuklanan Sabahattin Ali, sürekli polis takibinden bunalmıştır. Yurt dışına çıkmaya karar verir. O dönemde Pertev Nail Boratav, Niyazi Berkes, Muvaffak Şeref, Serteller, sonrasında Nazım Hikmet yurtdışına çıkmak zorunda kalmıştır. Sabahattin Ali’nin yurtdışına çıkmak istemesi de bu dönemin bir çaresizliğidir.
Sabahattin Ali, Markopaşa muhalefetiyle çok etkili bir hale gelmişti. Anti-emperyalist siyasetin geniş kitlelerce nasıl karşılık gördüğünü, egemenlerin gözünde bir korku merhalesine çevirmişti. Egemenler tek parti iktidarına yönelen öfkenin Demokrat partiye akmasına dünden razıydı. Ama Markopaşa aracılığıyla Sabahattin Ali bir üçüncü yolu işaret ediyordu.
Siyasi güçler onu susturmak istiyordu. Ve...
İnönü’nün kendisine milletvekilliği önerdiğini ve bunu reddettiği söylenegelir.
Ardından, Sabahattin Ali’yi gazetesinde D.P.’yi yermesini istediler. Bunu da Yapmadı.
Ve çanlar artık onun için çalıyordu.
Kaçmalıydı...
Hapisteyken tanıştığı Hasan Tural isimli biri, onu Ali Ertekin ile tanıştırır. Yapılan plan sonucu; Edirne'ye peynir götürmek için yine cezaevinden tanıdığı şoför Salim, Ali Ertekin ve Sabahattin Ali yola çıkarlar. 31 Mart'ta Kırklareli'ne hareket edilip Kızılcadere köyüne gelindiğinde Sabahattin Ali ve Ali Ertekin yola kendileri devam ederken, kamyon Salim ile geri gönderilir. Bu tarihten sonra Sabahattin Ali'den bir daha haber alınamaz. Pek çok kişi onun yurtdışına çıktığını düşünürken, 16 Haziran 1948 tarihinde bir çobanın bulduğu cesedin Sabahattin Ali'ye ait olduğu tesbit edilir. Bulunan cesedin dağılmış olması kimlik tesbitine izin vermediğinden geride pek çok soru işareti kalır.
6 ay süresince devam eden incelmelerde, Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekenin izlenmesi sırasında, Ali Ertekin bu işle ilgisi olduğu gerekçesi ile tutuklanır ve ifadesinde, "Söylediği sözler bende nefret uyandırmaya başlamıştı" diyerek millî duygular içerisinde Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eder. 4 yıla mahkûm olan Ali Ertekin Af Kanunu ile hapisten çıkarken, geride pek çok söylenti kalmış, bu işin arkasında kimlerin olduğu ve Sabahattin Ali'nin gerçekten kaçarken mi öldürüldüğü, bugün bile üzerinde tartışılan bir konu olarak kalmıştır.
Sonuç Olarak Aynı Hikaye...
Uğur Mumcu,
Hrant Dink,
Necip Hablemitoğlu
ve
Sabahattin Ali..
“Kendisi solla, solculukla ilişkisi olmayan hatta Türkçü-turancı bir kişi olarak, Almanya’ya tahsile giderken yolda Almanca bir roman gördüğünü, ve bu romanı yolda, yani trende okuduğunu anlatmıştı. Bu roman bitince, ‘bu romanda olanların onda biri doğruysa, insan, namuslu bir insan, mutlaka solcu olmalıdır’ kararına varmış. Bu roman Upton Sinclair’in ‘Oil’ adlı kitabıdır. Türkçesi petrol olarak çevrilmiştir…Giderayak Türkiye’nin Alman dilinde yazılmış en geniş Marksist-leninist kütüphanesine sahip olduğunu da söylemişti”
Bu insan vatanı ve milleti için iyi olacağı düşünceyi benimsedi sadece. Kimliği düşüncesi her ne olursa olsun insan, insandır.
Düşünceleri ve fikirleri kaldıramayan zihinler, cahilliklerini güçle örtmeye çalışırlar. Ancak sonuç gösteriyor ki “güç benim” diyenler bugün muhakkak bir takım çevrelerce şerle anılmakta fakat sadece düşünceleriyle dertlere derman arayanlar hayırla yad edilmektedir.
“Her zalim kaderin adaletiyle yüzleşecektir!”
Zaman bunun en açık delilidir...
"Bir harf bir heceyi, bir hece bir kelimeyi, bir kelime bir cümleyi, bir cümle bir yazarı, bir yazar bir milleti diriltir."
R. Ateş