Aşağıdaki kurgu Türklerin Uyanışı Talas romanından aktarılmıştır.
TALAS SAVAŞI
Genarali Kuço, altın varaklı
bronz zırhları içinde çok görkemli bir hali vardı. Yeni cilalanmış hilal
şeklindeki kızıl sert üskülüflü general miğferi cesamet katıyordu. Sıcaktan
esmerleşmiş yüzü, toprak kadar sert ve hatları kupkuruydu. Çekik gözlerinde kuşku hakimdi.
Generalin arkasında, başları eski Buda heykelleri gibi iri yarı
askerler, sivri köşeli miğferleri bulunan, baştan ayağı zırhlara bürünmüş dev
muhafızlar vardı. Atlı arabalar askası sıra çekik gözlü askerlerle
donatılmıştı. Bunların savaşta büyük bir koz olarak kullanacağı aşikardı.
Üzerinde seri halde ok atabilen arbaletler göze çarpıyordu.
General Kuço, yanındaki impartorluk naibine dönerek “Sizce bu teklifin
anlamı nedir?” diye sordu.
İmpartorluk naibi Li Syie hiç düşünmeden yanıtladı. “Bunlar
Müslümanların geleneğidir General! Korkudan geldikleri zannedilmemeli. Gerçi
bugün karşısında İskender dahi olsa barış istemek zorunda kalırdı. Tarihin
gördüğü en kalabalık ve en güçlü ordusu vardı ne de olsa.”
“Elçilere söyleyin, barış falan olmayacak!”
“Peki Efendim!”
Bir kaç Çinli er bayrak açarak
Arap elçileri karşılamak için ayrıldı.
Sisin ve tozun sarımsı tonlarından oluşan kalın bir katran buğulanmıştı
güneşin etrafında. Vakit öğleye yaklaşırken, ufukta yağmur bulutlarının boz
bulanık silueti beliriyordu.
Müslüman askerlerin kılanan namaza müteakip
karşılarına geçen Ziyad, ak yeleli atın sırtına atlayarak, süvarilerin önü sıra
at koşturdu ve iyice onların dikkatini kendinde topladı. Gür bir sesle, “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Bilakis onlar
diridirler, fakat siz hissedemezsiniz. Diyor ayet- i kerimede.
Mücahidlerim sizler ölmeye değil cenneti alaya yüreyeceksiniz. Şu vakitte tüm
Müslüman alemi bizler için el açmış, dua etmekte... İnşallah galip gelirsek,
Allah’ın ismini yüceltmiş olacağız. Bundan daha yüce ne olabilir. Ben de
sizlerle yalın kılıç savaşacağım. Gözünüz sakın korkmasın! Çünkü nice azlar
Allah’ın izniye nice çoklara galebe çalmıştır. Yüreğiniz mutmain olsun çünkü
kılıcınızı Hak uğruna Hak yolunda bilediniz. Benimle Allah’a kavuşmaya var
mısınız!”
Sonra
bir an önce meydana atılmak için yerinde duramayan ak yeleli atını hafifçe
topukladı. Üzerindeki kefen misali bembeyaz yerleri ibrişim tiazlı mintanın
etekleri, zırhının boşlukları arasında dalgalandı.
“Allah! Allah!” nidalarıyla mevzilerden çıkan Müslüman süvariler hücuma
geçti. Ziyad ve Ahmed komutasındaki on iki bin atlı öncü birliği baş döndürücü
bir kararlılık ve hızla daldı, Talas Meydanı’na. Askerlerin delice bir hızla
ilerleyen atlarının nallarından kıvılcımlar fışkırıyordu.
Kuço üzerine gelen birliğin destansı yürüyüşünü hayret ediyordu. Sanki
ölüm onlardan korkmalıydı. Sayılarını bir türlü tespit edemiyordu. Ovaya hakim
tüm yükseltiler Abbasiler tarafından tutulmuştu. Bir de o denli hızlı hareket
ediyorlardı ki bir türlü mevcudun tamamını tespit edemiyor, kararsızlıkta
kalıyordu.
Abbasilerin mızrakları, Çinlilerin oluşturduğu insan settinde gedikler
açıyor. Ancak bu gedikleri kalkanlarıyla kapanarak kapatmaya çalışıyorlardı.
Merkez soldaki ilk falanks[1],
ağır ve muazzam bir güçle hattı bozarak birkaç adım gerilediğinde, Ziyad
doğrudan o kısma at sürdü ve peşindeki yürük atlı bin süvariyle birlikte yalın
kılıç merkeze bindirdi. Bu inanılmaz cüret, Çinlileri kısa süreli bir bozguna
uğrattı.
Çinli General bu açıklığı fark eder etmez
falanksın arkasına doğru çift sıra hat çektiler. Çinliler kanatları da çökmeye
yüz tutmuştu ki merkeze yardım etmek üzere, genelde rastlanması zor bir hızla
kapanmaya başlanmışlardı. Ama üzerilerindeki yükten o kadar ağır ve doğal olarak
öylesine yavaştılar ki Ziyad ricat için onların doğrulmasını bekledi.
Ziyad haddinden fazla Çin saflarını zorlamıştı. Açtıkları gedikte,
savaşmaktan çekinen bir takım Çinli gruplar kaçışmaya başlamıştı. Ancak general
akıllı ve tebirliydi. Muhafız birliklerinin disiplinini muhafaza etmek için
onları başlarına gönderdi. Daha sonra Duan Xiushi
komutasındaki Tibet mızraklı süvarileri ve ihtiyattaki Karahitay Moğol okçu süvarileri
harp alanına sarktı.
Ziyad bunu görür görmez ricat
emri verdi. Flamalar çekildi, borular çalındı. Çinli birlikler yetişmeden evvel
süratle geri döndüler. General Kuço, miğferinin yüzünü morartan bir ifadeyle
öfkeyle bağırıyor, kaçanların takip edilmesini yineliyordu.
Çinli süvariler Arap süvarileri yakalamaya yakınken, Araplar atlarını
tırsa kaldırdılar. Ve düşman süvarilerini ok menziline düşürmüşlerdi artık. İki
taraflarından ve başlarının üzerinden oklar yağıyordu. Özellikle arbeletlerden
peş peşe savrulan oklar, arabalı ve atlı süvarileri çok geçmeden etkisiz hale
getiriyordu.
General Kuço şaşkındı. Tozlarına boğuldukları Abbasi süvarilerinden
geride bir anda hiçbir iz kalmamıştı. Ardından giden askerleri ise buğday
başakları gibi devriliyor, düşmanın peşi sıra kayboluyorlardı. Kuço tüm gücüyle
haykırarak ricat emrini verirken atının dizginlerini sertçe kasıp durdurdu.
Ancak arkasına yığılan onca kalabalığın ve muhafızların metalik çatırtıları
birbirine giren ağır gövdeleri arasında sıkışıp kaldı. Hırsla “Geri çıkın!
Ovaya dönün aptallar... Pusuya gidiyoruz!” diye bağırıyordu. Ancak An-Luşan
kuvvetleri hırsla düşman üzerine yürümeye devam ediyordu.
Abbasi okçuları mevzilere gelen
süvarilerin üzerine atışları yoğunlaştırmıştı. Kuço emrindeki askerleri birer
ikişer bölüklere ayırarak, tepelerdeki okçulara taarruz emri verdi. Bu emir az
da olsa işe yaramış Çinlilerin tam bir bozguna uğramasını son anda
engellemişti. Kuço yeni bir savunma oluşturarak askerleri geri çekmeyi
başarmıştı. Ancak ordunun önemli bir kısmı telef olmuştu. Kuço artık korkar
olmuş herhangi bir riske girmemek için daha dikkatliydi. Bir bozgun İmpartorun
önüne gidecek kellesine mal olurdu. Ziyad ise toptan bir saldırının helaka
uğratacağını düşünüyor, zaman zaman yaptığı artçı saldırılardan sonra geri
çekiliyordu.
Her iki ordu da bitkin durumdaydı.
Çinliler her ne kadar kırılmış olsa da sayıca üstünlükleri devam
ediyordu.
Beşinci
günün şafağında Çinliler büyük bir gürültüyle uyandılar. Üzerlerine büyük bir korku tufanı çökmüştü. Bağırışlar, çağırışlar...
“Türkler geliyor!” sesleri uğultulara karışıyordu.
Ve kurt başlı tuğlar [2]topraktan
dirilircesine göğe kalktığında, gölgeleri Talas boylarını uçtan uca kapladı.
Ufka seğiren gözler, bir kurt başlı tuğu ve başlarında Tarhan’ı görünce
gözlerindeki cesaret ateşlendi.
Toza bulanmış kapkara atının üzerinde, zırhlara bürünmüş dimdik
bedeniyle, gençliğinin ve gücünün zirvesinde Tarhan rüzgarların arasında peyda
olmuştu. İlerideki arzı kaplayan Çin ordusuna baktı ve ardından gökyüzüne. Sesi
kımırcılaştı ve, “Göklerde gökçe Tengri, işimiz gayrı senin eline kalmıştır.
Feleği bir kere bizim üstümüze çevirirsen, bil ki tekmil Türk budunun esenliği
ve kurtuluşu bundandır.” dedi ve gözü
pek çerilerine baktı.
Tarhan ve çerilerinin kendilerini bekleyen kana susamış kılıçları daha
cesur ve daha keskindi. Tarhan kendi
saflarının önünde kartal gözlerini yalap yalap parlatıyor, atlar yeri eşeliyor
ve kınında duran tek bir kılıç bile kalmamıştı. Kurt boğazları ile köpürgeler
çaldığındaysa o binlerce Türk çerisi yeri göğü inleterek, sisler arasında
ölümcül kadim savaşçılar gibi Çinliler üzerine ılgar ettiler.
Çin orduları iki ateş arsında kalmış, büyük bir panik yaşıyordu. Çin
ordularının bu halini gören Araplar da mukavemetlerini arttırmıştı.
Sis tabakası içinden Karahanlılar süvarileriyle ecel perdesini
aralıyordu. Bir çok subayı ölen Çin ordusu artık
dağılıyordu. Parçalanmış bölükler arasında Tarhan, Kuço’yu gördü. Keçeleşmiş, kan
pıhtılarıyla kaplı saçları dimdik olmuş, yuvalarından çıkacakmış gibi irileşmiş
ve delice bir parlaklık saçan gözlerine eklenince, ona pek yıldırıcı bir hava
vermişti.
Tarhan derin bir hoyratlık[3] ve
intikam arzusuyla atını üzerine mahmuzladı. Keskin kılıcı Kuço’nun baltasının
üzerine çıldırmışcasına indi. İnen her ağır darbede etrafa kıvılcımlar saçılıyordu.
Son bir karşı saldırı anında kulakları uğuldatan bir tın sesiyle baltanın sapı
kırıldı. Kuço baltayı fırlatıp attı. İki lider kana, tere ve toza bulanmış
bedenlerinden önce intikam hırsıyla dolu gözlerini ve ruhları çarpıştırdılar
birbirine. Adamları savaşı bırakmış bir halka halinde çarpışmayı seyre
dalmışlardı.
Kuço askerlerinin attığı kılıcı kavradı ve hırsla atını mahmuzladı.
Tarhan hücumu bekler gibiydi. Kılıcını havada kesti belinden çıkarttığı kamayla
boğazına ağır bir darbe indirdi. Kuço önce boynundan fışkıran kanları tutmaya
çalıştı, titriyor, sarslıyor, kendine hakim olamıyordu. Ve yüzüstü toprağa
düştü.
“Allah!
Allah!” nidaları göklere yükseliyordu. İlk kez Tarhan bu sesle heyecanlanmış , şevke
gelmişti. Çinliler kırılıyordu.
Türk muharipler kaçanları kovalıyor hepsini
kılıçtan geçiriyordu. Bir büyük tarih yazılıyordu, Asya steplerinde.
[1] Falanks: Genellikle mızrak ve benzeri silahlar kullanan
askerlerin birbirinden ayrılmadan art arda saflar halinde savaşmasını esas
kabul eden bir savaş düzenidir. İlk uygulamaları Arkaik Yunanistan'da Hoplites
adı verilen ağır piyadelerin savaş düzeni olarak ortaya çıkmıştır.
[2] Tuğ : Türk ve Altay halklarının devlet geleneğinde hükümranlık sembolüdür.
Sancağın tepesine takılan at kuyruğu, kıldan yapılan flama şeklindedir.