BİR DURUM ANAMOLİSİ...
Temmuz 21, 2010 Anı, Hatıralar, Kapı Yayınları
28 Şubat süreci… Hergün bir yığın hüsran…
Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır. kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye…
Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır. kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye…
İskender Pala bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle, “asker kimliğiyle” karşımızda. Usta yazar 12 Eylül’ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde Yaş kararıyla son bulan Deniz Kuvvetleri’ndeki 15 yılın hikayesini içeriden okuma fırsatı veriyor.
(…) Acı günleri hatırlamak, insana tekrar acı verir elbette. Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savrulmuş insanların hala aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ve bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir.
ÖNSÖZ
Eski bir Çin bedduasına göre, kötülüğü istenen kişiye “İnşallah ilginç zamanlarda yaşayasın!” denilirmiş. Çok ağır bir ilenç bu, gerçekten. İlginç zamanlar, acımasızca savurur çünkü insanları ve adalet ilginç zamanlarda sapar yoldan. Sonra, gerçeklerin üstü kolayca örlülüverir ilginç zamanlarda ve kanunun gücü yerine gücün kanunu hüküm sürmeye başlar.
Türkiye’mizin son yıllarına damgasını vuran 28 Şubat diye bir kesit var ki, görmek istemesek, öğrenmekten kaçınsak da bazıları için “ilginçlik” bedduasına uğrayarak yaşanmış, takvimlere yargısız infazlar yazılmış bir dönemdir. Anayasamızın hiç değişmeyen, değişmesi teklif dahi edilemeyen ikinci maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti (…) hukuk devletidir.” yargısı, o günlerde yalnızca bir söylemden ve kuru bir cümleden ibaret kalmış, binlerce emek ve çaba ile yetiştirilen yetkin insanlar, acımasızlığın yağlı kurşunları ile tam kalplerinden vurulmuşlardır
Hüzün rüzgârlarının şiddetle estiği o süreçte Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararı ile ordudan subay ve astsubaylar ihraç edilmişti. Suç hanelerinde “disiplinsizlik” gerekçesi yer alan. ama hangisinin sicil dosyasına baksanız taltif nameler, takdirnameler, üstün başarı ödülleri ve madalyalar görülen açık alınlı insanlar, bu toprağın çocuklarıydı onlar… Ordudan, başka bir yolla değil. YAŞ kararı ile ihraç edilmelerinin tek sebebi, yargı by pass edilebilsin diye idi. işlemleri gizli tutulmuş, üstelik yargılanma hakları da ellerinden alınmıştı. Suçlulukları kadar suçsuzlukları da anlaşılamasın diye…
Demokrasinin zihinlerde ipotek edildiği o ilginç zamanlarda mübarek Türk ordusunu ve o ordunun yasalarını bazı kişiler kendi menfaatlerine uygun şekilde kullanma eğilimine girdiler ve bize göre iki gerekçe ile haksız uygulamalar yapıp bazı masum insanları, aşkları gibi giyindikleri üniformalarından soyundurdular. Bu gerekçelerden birincisi TSK bünyesinde bazı kişilerin çekemedikleri, rahatsız oldukları, başarısına hasetlendikleri meslektaşları hakkında düzenledikleri uydurma bilgi ve belgeler, imzasız mektuplar ki bunda rekabet, terfi, mevki ve makam hesaplarına göre “öteki’ni bertaraf etme duygusu büyük rol oynamıştır; ikincisi de üst rütbeli komutanların ideolojik kaygıları ve TSK’nın ve toplumun geleceğini şekillendirme, toplum mimarlığına soyunma gayretleriydi. TSK’da iken bazı meslektaşlarıma bakarak birtakım ihtirasların tahrik ve teşviki İle Atatürkçülük ideolojisinin süistimal edildiğini, hemen her şeyin Atatürkçülük adına yapıldığını gördüm. Gördükçe de gerçek Atatürkçülüğün ne olduğu konusunda şüpheye düşmeye başladım. Atatürk ve Atatürkçülük hakkında incelemelere giriştim ve elbette ki Atatürkçülüğü kuru bir slogan olarak kullananların pek çoğuyla anlaşamaz oldum. Çünkü onlar evrendeki gelişmelere kapalı, dar dünyalarında Atatürk’ün ülküsünü de yolundan saptırıyor. Atatürkçülük perdesinin arkasına sığınarak aslında 12 Eylül rüzgârlarıyla budanmış sol ideolojinin davasını güdüyorlardı. Üstelik bazıları, uydurma mektup yazma ve sahte bilgi, belge düzenleme konusunda çok mahir idiler.
Kaderleri YAŞ kararlarıyla birbirine perçinlenenler. bu birincilerin tutuşturduktan kıvılcımlarla yanıp ikincilerin yangınlarında küle döndürülerek ilginç zamanların yükünü, olanca ağırlığıyla omuzlarında taşıyarak savruldular. Onlarla birlikte aileleri, çocukları da savruldu. Hatta bu çocuklardan bazıları oyunlarına doyamadan, bazıları gençliklerini yasayamadan fişlendiler, masumiyetleri çizik çizik yaralandı, yürekleri dalga dalga kanatıldı. Belki pek çoğunun geleceği gölgelendi, bilemiyoruz!.. Ülkelerini yaşanmaz bulanlar, bu cennet ülkeyi onlar için de yaşanmazlaştırmak istediler, ama yine de vatan sevgilerine ziyan ettiremediler.
28 Şubat ibresi, ilginç zamanlara ait yelpazenin öncesini ve sonrasını işaretlerken YAŞ kararı ile üç bini aşkın başarılı subay/astsubay disiplinsizlik suçlamasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ihraç edildiler. Aynı süreçte askerler ile Refahyol Hükümeti arasındaki çekişmede tam ortada kaldılar ve iki taraftan da sille üstüne sille yediler. O dönemin irtica söylemlerinde somut örnek olarak sokaklarda parmakla gösterildiler; ama asla bir işe girip çalışmalarına müsaade edilmedi. Türkiyemiz adına çok kötü alınmış bir karar idi bu. Her alanda yetişmiş insana ihtiyaç duyulan bir dünyada, her bakımdan donanımlı, birikimli, yetkin üç bin kişi işsiz bırakılıyordu!.. Neler yapmazlardı. Yapamadılar, yaptırılmadılar. O kadar ki çoğu evine ekmek götüremedi. bazısı çocuklarının okul masrafını karşılayamadı. İçlerinden bu aşağılanmaya dayanamayıp İntihar edenler çıktı. Onlar üç bin ailenin sorumluğunu taşıyan bir tek kişi oldular ama çaresizliklerinin sesini, oturdukları gecekondu odalarının dışında kimseciklere duyuramadılar. Acılarını paylaştıklarını söyleyenler de. bunu sadece söylediler.
Onlar kişilikleri yok edilmek istenen asil ve yiğit adamlar idiler: ama maaş cüzdanları, sağlık karneleri, özlük hakları, iyi adları ellerinden alınmış ve toplum vicdanından kimlikleri silinmişti. Buna karşın kişilikleri delikanlı gibi yerli yerinde duruyordu ve onurlarını hiç yitirmediler. Omuzlarından demir yıldızları alanlar, alınlarında masumiyetin yıldız yıldız parladığını yazık ki göremediler.
Gel zaman, git zaman… Yüreklerinin derinlerindekl yangın asla sönmedi, söndürülenindi, söndürülmesine müsaade edilemedi. İlginç zamanlardı ve onlar kurbanlık koçlar misali ilginç zamanlara boyun eğdiler. Büyük sineklerin delip geçtiği kirli örümcek ağına onlar, küçük sinekler gibi takılıp kaldılar.
Aradan geçen bunca yıl sonra, gerçek bir darbe ile post modem darbe arasına sıkışmış askerlik hayatımı gözden geçirir ve bu satırları yazarken, dönüp geriye baktığımda, ne acı hissediyorum, ne hüzün… Sadece bir duygusuzluk ve kaybedilmiş uzun yılların boşluğu. 12 Eylül ile 28 Şubat arasında kalmış iç burkan bir boşluk… Hatırlarken unutmak istenilen, unutuldukça hatıralara dolup gelen… Çünkü zaman olur. her şey dengededir de, zaman olur adımlar çekinerek atılır ve hangi yöne gidileceği kestirilemez… Yanlış adımların çığ gibi felaketlere yol açtığı bir zamanda, ne o çığdan, ne o çığın altında kalanlardan kimsenin haberdar olmak istemeyişi ve bu yüzden onları arayıp sormayı unuttukları bir sürecin sessizliği, suskunluğu ve lirizmidir bu.
Eski bîr şair “Elemin zikri de bir güne elemdir” der. Acı günleri hatırlamak insana tekrar acı verir elbette. Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savrulmuş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ve bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir. Hele bir uzak anının tazelenmesiyle intikam hissine kapılmak asla değildir. Hayır, bayrağımızın bekçisi “Peygamber Ocağı” Türk Silahlı Kuvvetleri’ne asla kin güdemem. Ama onun eleştirilmez bir kurummuş gibi algılanmasını da yanlış bulurum. Eleştiri ve özeleştiri kuruma değil, kişilere yöneliktir ve elbette doğruların yolunu aydınlatır. Öte yandan, toplumun her katmanında olduğu gibi o kutsal ocakta da şanlı ayyıldızımıza bakarken yüzü kızarması gereken insanlar olduğunun bilinmesini isterim. Sayıları çok şükür ki azdır bunların, ama cüretleri de o derece çoktur.
Elinizdeki kitapta on beş yıllık askerlik hayatımı on beş bölüm halinde sizlere sundum. Bir öncesi ve bir de sonrası ile birlikte. Eğer şahsımla ilgili askerî ve sivil istihbarat raporları elimde bulunsaydı veya bu kitabı benim yerime bir istihbaratçı yazmış olsaydı, büyük olasılıkla farklı bir metin ortaya çıkmazdı. Belki en büyük fark. bana isnat edilen ama hiç bilmediğim bir düzmece rapor, bir uydurma belge, bir yalan, bir iftiranın daha bu metinde yer alması olurdu. Hislerimi birkaç kez filtreden geçirdikten sonra bu satırları yazdığımdan emin olunabileceğini, her iki taraf için de olaylara mantıklı bakmaya çalıştığımı alın açıklığıyla söyleyebilirim. Kitabımı okuyanlar, anılarımı yazarken takındığım mücadele tavrımın asla bir kurum ile değil, kurumun gücünü ve ideolojisini arkasına alarak kişisel çıkarlar gözetenlere karşı olduğunu göreceklerdir. Tarihe belge bırakmak isteyen her insan gibi ben de “öteki”ni anlamaya azami gayret ettim ve hatalarımı açıkça söylemekten
hiç çekinmedim. Yine de yazdıklarım şahsî fikîr ve kanaatlerimdir, ama acısının binlerce yüreği aynı biçimde yaktığını size söyleyebilirim.
Dönüp geriye baktığımda özet cümlem şu olabilir;
“Çok şükür ki mazlum oldum, zulmeden olmadım!..
01 Ekim 03; Nakkaştepe
Yüzlerce benzer öykü içinden bir öykü bu. Keşke yaşanmamış olsaydı. Yaşandı işte…
ÖNCESİ
İskender Pala! Neden asker olmak istiyorsun?” diye soruImuştu ortadaki güzel yüzlü beyefendi. Bu sorunun hayatımı değiştireceğini bilmiyordum Bumeranga benzeyen bir masanın öteki yüzüne sıralanmış sekiz adam vardı ve o anda sanki sekizi de birbirine benziyormuş gibi bir hisse kapılmıştım. Siyah ceketler ile bembeyaz gömlekler giymişlerdi ve bazılarının kolları masanın altında kaldığından altın sırma rütbelerini tanıyamıyor, hatta hangisinin en büyükleri olduğunu bilmiyordum. Sekiz cilt bakış üzerime dikilmiş, beni lime lime ederken başımı yere eğdim ve düşündüm. Hakikat, ben neden asker olmak istiyordum?
Daha sonraki yıllarda bu soruyu kendime hep sordum; ama o gün, oradaki kadar doğru bir cevabı asla bir daha bulamadım. Günün şartları beni asker olmaya, hiç bilmediğim bir mesleğe gözü kapalı girmeye zorlamıştı. İçimden geldiği biçimde anlattım:
“Üç sebepten! İlki maddi olanaklarının bolluğu: ikincisi, mesleğimi saygı duyarak yapabileceğim öğrencileri bulmak; üçüncüsü de silah taşıyıp hayatımı garanti akma almak!”
Bu mazeretlerle asker olmak istediğimde, toplum üzerinde 12 Eylül rüzgârlarının şiddetle hissedildiği günleri yaşıyorduk Daha birkaç ay öncesinde her gün sokaklar kan gölüne dönüyordu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiştim ve aynı fakültenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Seminer Kitaplığında memur olarak çalışmaktaydım. Adı geçen bölümde asistan olup bilimsel çalışmalar yapmak istiyordum Biri hariç, kürsüdeki hocalarım da bunu istiyordu. Ne var ki o biri, kürsü başkanı idi ve “Ben,” diyordu, “seni asistan almam; çünkü sen benim şöhretimi silersin!”
YÖK henüz kurulmamıştı ve bir üniversitede asistan olmak aslanın ağzından ekmek almak gibi görülüyordu. Kürsüye iki asistan alınacaktı ve biz, biri Libyalı bir yabancı olmak üzere dört aday idik. Üstelik asistanlık kadroları da bir türlü ilan edilmiyor veya ettirilmiyordu. Geleceğimi bilimsel çalışmalar arasında hayal ederek içimde büyüttüğüm asistanlık umutları her geçen gün zayıflıyor, belirsizlikle geçen haftalar ve aylar birbirine zaruret ve sıkıntılarla ulanmaya başlıyordu.
23 Eylül 1980′de evlenmiştim. Düğün borcu, yeni yuvamızın eşya ihtiyacı, ev geçimi derken bir kütüphane memurluğu İle hayatın zorluklarını aşamayacağımı anlamıştım. Geceleri bir lisede yarı zamanlı öğretmenlik yapıyor, gündüzleri, kütüphanedeki boş zamanlarımda öğrenci tezleri yazıyor, ders notlarını daktiloya çekiyor, ev bütçesine katkı sağlamaya çalışıyordum…