Türklerin Uyanışı Talas kitabından alıntı yapılarak bu kurgudan konu ile ilgili gerçekliğin bir kısmını sizlere aktarıyorum.
"Taberistan – Cürcan, 717
Hava
soğuk ve keskindi. Hazar’ın dağları inleten rüzgarı, yalçın tepeleri aşarak
askerlerin esmerleşmiş benizlerine vurmaktaydı, engellemek istercesine. Ancak
Yezid kararlıydı. Bir idareciden çok asker kişiliği ön plana çıksa da sureti
aldatıcıydı.
Dolgun yanakları, iri cüssesinin hakkını
vermesine rağmen savaşlara alışkın olduğu belli oluyordu. Atı yorgun, soluk
alıp vermede zorlanıyordu. Yezid bin Mühellep içerisinden küfürlerle
homurdanıyor, yüzü kızarıp bozarıyordu. Tunç gibi soluk yüzündeki belirgin
izlerden nefretini körükleyen düşüncelere daldığı belli oluyordu. Kendini
sorguluyor işin içinden çıkmaya çalışıyordu.
Gerçekleştirdiği fetihlerden dolayı Emevi
topraklarının ötesine ün salan Kuteybe b. Müslim’i kıskanması suç muydu? Onun
yerini dolduramaz mıydı? Ondan yana kalır ne eksiği vardı ki... Ve kazandığı
zaferleri kim inkar edebilirdi. İşte Taberistan, işte Dehistan ve kılcındaki
kan, hala kurumamıştı.
Kuteybe’nin öldürülmesiyle ortaya çıkan
karışıklıkları yatıştırdıktan sonra Taberistan[1] ve
Cürcân [2] üzerine
seferler düzenlemeye başlamıştı. Kalabalık bir orduyla Hazar Denizi’nin
batısındaki Türk Hükümdarı Sûl Tekin’in idaresindeki Dehistan’a[3] yürüdü
ve Sûl’ü teslim olmak zorunda bıraktı. Bu onun için ümit verici bir başarı
olmuş, ardından Hazar Denizi’nin güneyindeki Cürcân’da bir direnişle
karşılaşmamıştı. Bölge halkının vergilerini arttırdı ve barış yaparak sükunetle
oradan ayrıldı.
Ardından Taberistan üzerine ilerlemiş,
İspehbed’in[4]
barış teklifini kabul etmemişti. Aşması gereken daha pek çok engel vardı; ancak
onun karşısında yenilgiye uğramış ve Biyasan’daki birçok müslümanın
öldürülmesine sebep olduğunu acıyla kanıksamıştı. Ne yapabilirdi ki savaş bazen
ölüm demekti, savaşacaksa ölüm kaçınılmazdı. Sorumluluktan kurtulmaya vicdanını
rahatlatmaya çalıştı.
Sonrasında Hayyân en-Nabatî’yi İspehbed’e gönderip
barış teklifinde bulunmuş ve kabul etmediği takdirde yine gelecek takviye
kuvvetleriyle birlikte tekrar saldırıya geçeceğini bildirmişti. İspehbed yıllık
700.000 dirhem[5],
400 ağır yük safran[6]
veya aynı değerde para vererek barış yaptı. Uyguladığı bu taktik sayesinde
yenilgiyi başarıya çevirmiş ancak bu defa Cürcan’da isyan eden halk, yerine
bıraktığı vekilin öldürmesi iyice onu çileden çıkarmıştı. Şimdi intikam için nefret
ve gayzla Cürcan üzerine yürüyordu.
Ölüm
haberleriyle yoğrulan düşünceleri, sabahın mat serinliği gözlerine
bulanmış ve tepelerde çatallanan
şimşeklerin gürültüsünü andıran ürkütücü sesiyle; bağırarak, “Allah’a yemin olsun,
onların kanlarıyla değirmen öğütüp ekmek yapıp yiyeceğim!” dedi, hışımla.
Komutanlar suskundu. Hiddetli, bu gözü dönmüş
adama karşı gelmek hadleri değildi. Biliyorlardı ki çılgının biriydi hiç
acıması yoktu.
Güneş tepe bir noktaya ulaştığında Cürcan
surları artık görünüyordu.O gün hava bunaltıcıydı. Gökyüzü batıya doğru sarı ve
ağırdı. Büyük bir dağ yamacında ordugah kurmak için durduklarında güneş o kadar
kasvetli bir şekilde bakıyordu ki yerküre kahverengiye dönüşmüştü. Büyük bulut
kümeleri kaygı verici bir şekil almıştı; üzerleri bir örs gibi geniş ve düzdü.
Kapakara tabanlarında şimşekler kol geziyordu.
Cürcan’ın
kale surlarında muharipler savaş nizamı almış, surlardan aşağıya Arap
cengaverlerin cesetleri sallandırılmıştı. Yezid öfkeyle bileniyor, sağa sola
küfürler saçarak emirler yağdırıyordu. Kuşatma için hendekler açıldı.
Mancınıklar kurulmaya başlandı. Uzun bir süre kuşatmanın devam edeceği
aşikardı. Çünkü bu kez Yezid, talan ve çapul için değil intikam için oradaydı.
Askerler de duruma aşinaydı. Kimileri cihad
dese de... Çoğu hırslı, ganimete ve
talana düşkündü. Biliyorlardı ki şehir düştüğünde hiç olmadığı kadar büyük bir
servete ulaşacaklardı. Çünkü şehir yakılıp yıkılacak, kadın ve çocuklar esir
edilecek, erkekler kılıçtan geçirilecekti. Ahalinin bütün malına el
konulacaktı.
Alaca karanlık, yaklaşan gecenin gri-mor
rengini ardından sürükleyerek, sessizce ovaları, vadileri kaplayıverdi. Dağlar,
gökyüzü ve bütün dünya, yitip gitmişti o
karanlık gecenin ardında. Sonra doğal güçlerin karşı gelinmez iradesiyle, büyük
bir yangın gibi ortalığı kasıp kavuran
güneş, gecenin ürkütücü karanlığını bıçak gibi keserek kızıl ışıklar içinde
yükselmeye başladı."
[1]
Taberistan : Hazar Denizi'nin batı kıyılarında
bulunan eskinden Türk Hanlıklarının yönettiği günümüzde şimdiki Mazenderan, Gülistan ve Gilan eyaletlerini içine alan İran'daki tarihi bölge.
İran’dan Elburz Dağları’yla ayrılır.Sasaniler devrinde “ispehbed”adlı valiler
aracılıyla yönetilirdi.
[3]
Dehistan : Eski batı Türkmenistan'ın Balkan Bölgesi'ndeki eski Dehistan şehri Hazar Denizi’nin doğu sahillerinde
yer almaktadır.
[4]
İspehbed: Farsça
ispeh (ordu) ve bed (emîr) kelimelerinden meydana gelen ispehbed unvanı,
Sasaniler’de “başkumandan” olarak kullanılırdı.
[6] Safran: Süsengillerden, çayırlarda yetişen,
bahçelerde de yetiştirilen, köksapı birbirine yapışık iki soğandan oluşan,
10–15 santimetre boyunda, uzun ve koyu yeşil yapraklı, mor çiçekler açan,
meyvesi kapsül biçiminde, çok yıllık otsu bir bitki.
Devamına Türklerin Uyanışı Talas kitabından ulaşabilirsiniz;
http://www.kitapyurdu.com/yazar/ramazan-ates/167614.html