Renkler Savaşı
Gökyüzünü maviliğinden ayıran güneş kıraç
toprağı kavururken; Altayların yolları bazen kurak topraklardan çöllerden geçerken
bazen de nehirlere, ormanlara oradan Mavera’ya uzanıyordu. Bu yollar dağların
eteklerinden doruklara kıvrılarak uzuyor ve at nalları bu yollarda kıvılcımlar
çıkararak şakıyorlardı.
Vadiler boyunca sağlı sollu yabani bitkiler
ve aniden yolları kesen koyaklar vardı. Bu koyaklara sanki kızıl tamu ile gök
uçmağı birbirinden ayırıyordu. Uçurumlar ve ucu bucağı görünmeyen Çu Nehri’nin [1]geçer geçmez bir tül gibi
yükselen isler bir kat daha artıyordu.
Soğuk merhametsizdi. Atlıların kavlamış
yüzüne kamçı gibi vuruyordu. Soğuktan korunmak için kalın yalımlarını sert
kemerleriyle sıkarak iyice sarınıyorlardı. Süvarilerin yular tutan elleri ve
üzengilere basan ayakları uyuşmuştu. Belki de kanlarını soğuran soğuk değil
korkuydu.
İki büyük
ordunun çerileri Çu Nehri kıyısında karşı karşıyaydı. Gökyüzünün gri ve mavimsi
donuk bulutları önüne katıp ucsuz bucaksız sonsuzluğa doğru uğurlayan rüzgarlar
gezindi savaşın tarlalarında. Tarhan hiçbir
savaşa bu kadar gönülsüz katılmamıştı. Geri duruyor, olanlara karışmıyordu.
Atası bir şeyler söylese de o inandığı dava ve
amaç için savaşırdı her zaman, yoksa ölüm nasıl bir anlam kazanabilirdi ki.
Sulu Han’a inanmıştı ancak Kül Çor’a güvenmek şöyle dursun, sözleriyle hareket
etmek dahi ar geliyordu. Ama bütün güçler şu an onun yanında toplanmış
gibiydi. Kül Çor’un hem şahsi karizması
ve kuvveti Tuhaysen ve Tumuçe’nin çok ötesindeydi.
Türkeş Beyleri, Sarı Türkeşler, başka bazı
bölge milisleri, Fergana, Şaş ve Keş gönülleri, keza Büyük Çöl’ün ardındaki
imparatorluk orduları, bağlı kuvvetlerin hepsi toplanmıştı. Tam bir renkler
savaşıydı.
Tarhan
bir ikilemin içerisinde bocalarken, askerlerin hareketlendiğini hissetti.
Kalabalık arasından ulağa yol veren askerlerin ardı sıra konuşmaları uğultuya
sebep veriyordu. Ulak bekletmeden saygıyla elindeki mektubu ona uzattı.
Yemenisi yer yer parçalanmış bu ulağı baştan sona süzen Tarhan, sorgulayarak
“Nerden gelirsin?” dedi. Ulak:
-
Semerkant!
Tarhan’ın içinde fıtınalar kopuyordu. Bütün
savaşı unutmuştu. Ulağın eline bir kaç altın sıkıştırıp gönderdi. Elindeki gül
rayihaları[2] kokan mektuba uzandı,
“Aysu...” diye mırıldandı. Mektup ondandır diye düşündü, heyecanla araladı,
parşömeni... Satırlara şöyle bir göz attı ki süvariler hücuma geçti... Kül Çor
saldırı emrini vermişti. Mektubu zırhının altına soktu, istemeye istemeye atını
mahmuzladı.
Kaçınılmaz son gerçekleşiyordu. Tarhan bu
savaşta en arka saflardaydı ancak çatışmaya girmekten kurtulamamıştı. Bu
Çinlilerle aynı saflarda savaşmak gibiydi onun için. Kılıcını sadece kendini
korumak için kullanıyordu.
Savaş kanla yoğrulurken etrafı kızıl bir
aydınlık kaplamıştı. Yere doğru alçalmış bulutlar, kızıllığın yansımasıyla her
an içlerinden binlerce askerin fırlayacağı savaş arabalarına dönmüştü.
Gökyüzünde kanlı bir çarpışma hissi yaşatan bulutlar cehennemi bir görüntüye
bürünmüştü. Kanlı bir yağmurun başlaması an meselesiydi artık. Rüzgar çeşitli
yönlerden şiddetlenen alametleri gösteriyordu.
Sancak
ve flamalar yerlere düşüyor, kalkanlardan ve
parçalanan vücut
zırhlarından yükselen müthiş çatırtı,
çamur ve toz bulutu karmaşasında göğe yükseliyordu.
Savaşın kararan kanatlarından gelen ölümden
kaçamıyorlardı. Atlar homurdanarak dizleri üzerine devriliyor, burun
deliklerinden kanlar fışkırıyordu. Ölü adamlar kuru yapraklar gibi dökülüyordu.
Kesilen, ezilen ve parçalanan zırhlı
kollar, boylu boyunca uzanmış can çekişen güçlü gövdelerin etrafına saçılmıştı.
Kan idrar ve terin oluşturduğu o tanıdık, leş kokulu mayinin içinde yuvarlanan
kimileri o kadar uzun süredir bağırıyorlardı ki, açık ağızlarından yükselen tek
şey acınası bir hırıltıydı artık. Ve hırıltıların ardındaki derin sessizlik bir
manzaraya kilitlenmişti. Tarhan’da savaşın girdabından sıyrılarak etrafı
çerilere çevrilmiş insan kalabalığına baktı.
Kül Çor kılıcıyla ustaca ataklar yaparak,
Kara Türgişlerin sağ kanadında bulunan komutanların bayraktarına doğru
ilerliyordu. Anlaşılan onu düşürüp morallerini iyice düşürmek istiyordu. Ancak
araya Tumoçe girdi. Bakışlarındaki nefret bir aslanı bile korkuturdu. Öfkeyle
saldırdı. Kül Çor gücünün olağanca
kuvvetiyle elindeki ince, keskin çelik
başlıklı baltasını savurdu. Fakat hasmı
bu vuruşu kalkanıyla etkisiz kılarak, kılıcıyla biçmek için atının üzerinden
doğruldu ani bir hareketle Kül Çor’a doğru salladı. Zırhının çelik plakalarına
sürttü. Bütün gücüyle yaptığı saldırıyla bir an gardını düşüren Kara’ya karşı
Sarı son bir gayretle baltasını kaldırdı, gerindi ve hasmının kalkanından arta
kalan baş hizasına doğru var gücüyle
indirdi. Kılıcıyla engellemek istese de bu ağrı darbeye karşı koyamadı. Atının
üzerinden kanlar içinde yuvarlanıverdi.
Gözlerin
kan çanağına döndüğü, kan esrikliğinin akılları körelttiği bir vakit Tumoçe’nin
bağırtılarının kesişiyle savaş sona erdi. Sulu Han’ın dul eşi esir alınmıştı.
Kül Çor işlerini oracıkta bitirmek isterdi ancak halkın nefretine sebebiyet
verebilir hem de Çinlilerle olan anlaşmalarına ters düşebilirdi. Onları Çin’in
himayesine bıraktı. Böylelikle bir belayı savuşturduğunu düşündü. Belayı
ertelemiş olma kuruntusu da yok değildi. Ancak yenilmiş ve otoritesi olmayan
bir hanın arkasından kim giderdi ki… O akşam bunun çok üzerinde durmadı ne de
olsa savaşın galibiydi o.
Tarhan kara kıl çadırında oturmuş, henüz Kara
Türgişlerle yapılmış olan muharebenin şiddetli izlerini taşıyan zırhı üzerinde
olduğu halde, ulağın yetiştirdiği mektubu okumaya dalmıştı. Bedenini kuşatan
delik deşik, demir, tunç ve bronz yığınının ham kokularına karışan kan rayihası
değildi şu anda onu böylesine rahatsız eden; ruhi sıkıntısının taşınması pek
güç ahvaliydi. Çadırının tam ortasında dürüldeyen çinili ocak, cehennemeaçılan
kıpkızıl bir geçitti adeta. Armudi rengi kağıdın aharlı [3]yüzeyine titizlikle
geçirilmiş harfler bulanıyor, gözlerinin karasına dolanıp kalıyordu. Sızlayan
yüreğinin ağısını dağıtmak için derin bir soluk aldı ama nafile.
“Daha fazla beklemenin manası yok!” dedi,
tok sesiyle. Kınından çıkmış bir kılıç gibiydi. Damarlı somakiden yontulmuşa
benzeyen şirazeli omuz adalelerinde telaşlı bir kımıltı vardı. Bir zırh gibi kabarmış bağrı öfkesinin kızıl
ağartısıyla harelenmiş, yavaş ama derin
solukların tesiriyle arbede öncesi iriliğine ulaşmıştı. Ayağa kalktı,
silkelendi, kendine gelmeye çalıştı. Şu çadırdan çıksa her şey bitecek gibiydi.
Bitmeliydi de...
[1] Çu veya Çuy
Nehri: Kuzey Kırgızistan ve güney Kazakistan'dan akan, ortalama uzunluğu 1,300
kilometre olup Kırgızistan'nın en uzun nehridir. Nehir Kırgızistan tarafında,
batı Tanrı Dağlarından doğar.
Türklerin Uyanışı Talas kitabından alıntılanmıştır.