• Latest News

    22 Aralık 2017 Cuma

    Renkler Savaşı (Sarı ve Kara Türgişlerin Hakimiyet Mücadelesi)




    Renkler Savaşı

       
       Gökyüzünü maviliğinden ayıran güneş kıraç toprağı kavururken; Altayların yolları bazen kurak topraklardan çöllerden geçerken bazen de nehirlere, ormanlara oradan Mavera’ya uzanıyordu. Bu yollar dağların eteklerinden doruklara kıvrılarak uzuyor ve at nalları bu yollarda kıvılcımlar çıkararak şakıyorlardı.

       Vadiler boyunca sağlı sollu yabani bitkiler ve aniden yolları kesen koyaklar vardı. Bu koyaklara sanki kızıl tamu ile gök uçmağı birbirinden ayırıyordu. Uçurumlar ve ucu bucağı görünmeyen Çu Nehri’nin [1]geçer geçmez bir tül gibi yükselen isler bir kat daha artıyordu.

       Soğuk merhametsizdi. Atlıların kavlamış yüzüne kamçı gibi vuruyordu. Soğuktan korunmak için kalın yalımlarını sert kemerleriyle sıkarak iyice sarınıyorlardı. Süvarilerin yular tutan elleri ve üzengilere basan ayakları uyuşmuştu. Belki de kanlarını soğuran soğuk değil korkuydu.  

        İki büyük ordunun çerileri Çu Nehri kıyısında karşı karşıyaydı. Gökyüzünün gri ve mavimsi donuk bulutları önüne katıp ucsuz bucaksız sonsuzluğa doğru uğurlayan rüzgarlar gezindi savaşın tarlalarında.  Tarhan hiçbir savaşa bu kadar gönülsüz katılmamıştı. Geri duruyor, olanlara karışmıyordu.
       Atası bir şeyler söylese de o inandığı dava ve amaç için savaşırdı her zaman, yoksa ölüm nasıl bir anlam kazanabilirdi ki. Sulu Han’a inanmıştı ancak Kül Çor’a güvenmek şöyle dursun, sözleriyle hareket etmek dahi ar geliyordu. Ama bütün güçler şu an onun yanında toplanmış gibiydi.  Kül Çor’un hem şahsi karizması ve kuvveti Tuhaysen ve  Tumuçe’nin çok ötesindeydi.

        Türkeş Beyleri, Sarı Türkeşler, başka bazı bölge milisleri, Fergana, Şaş ve Keş gönülleri, keza Büyük Çöl’ün ardındaki imparatorluk orduları, bağlı kuvvetlerin hepsi toplanmıştı. Tam bir renkler savaşıydı.

        Tarhan bir ikilemin içerisinde bocalarken, askerlerin hareketlendiğini hissetti. Kalabalık arasından ulağa yol veren askerlerin ardı sıra konuşmaları uğultuya sebep veriyordu. Ulak bekletmeden saygıyla elindeki mektubu ona uzattı. Yemenisi yer yer parçalanmış bu ulağı baştan sona süzen Tarhan, sorgulayarak “Nerden gelirsin?” dedi. Ulak:

    -          Semerkant!
        Tarhan’ın içinde fıtınalar kopuyordu. Bütün savaşı unutmuştu. Ulağın eline bir kaç altın sıkıştırıp gönderdi. Elindeki gül rayihaları[2] kokan mektuba uzandı, “Aysu...” diye mırıldandı. Mektup ondandır diye düşündü, heyecanla araladı, parşömeni... Satırlara şöyle bir göz attı ki süvariler hücuma geçti... Kül Çor saldırı emrini vermişti. Mektubu zırhının altına soktu, istemeye istemeye atını mahmuzladı.

        Kaçınılmaz son gerçekleşiyordu. Tarhan bu savaşta en arka saflardaydı ancak çatışmaya girmekten kurtulamamıştı. Bu Çinlilerle aynı saflarda savaşmak gibiydi onun için. Kılıcını sadece kendini korumak için kullanıyordu.
       Savaş kanla yoğrulurken etrafı kızıl bir aydınlık kaplamıştı. Yere doğru alçalmış bulutlar, kızıllığın yansımasıyla her an içlerinden binlerce askerin fırlayacağı savaş arabalarına dönmüştü. Gökyüzünde kanlı bir çarpışma hissi yaşatan bulutlar cehennemi bir görüntüye bürünmüştü. Kanlı bir yağmurun başlaması an meselesiydi artık. Rüzgar çeşitli yönlerden şiddetlenen alametleri gösteriyordu.

       Sancak ve flamalar yerlere düşüyor, kalkanlardan ve  parçalanan  vücut zırhlarından  yükselen müthiş çatırtı, çamur ve toz bulutu  karmaşasında  göğe yükseliyordu.
        Savaşın kararan kanatlarından gelen ölümden kaçamıyorlardı. Atlar homurdanarak dizleri üzerine devriliyor, burun deliklerinden kanlar fışkırıyordu. Ölü adamlar kuru yapraklar gibi dökülüyordu.

        Kesilen, ezilen ve parçalanan zırhlı kollar, boylu boyunca uzanmış can çekişen güçlü gövdelerin etrafına saçılmıştı. Kan idrar ve terin oluşturduğu o tanıdık, leş kokulu mayinin içinde yuvarlanan kimileri o kadar uzun süredir bağırıyorlardı ki, açık ağızlarından yükselen tek şey acınası bir hırıltıydı artık. Ve hırıltıların ardındaki derin sessizlik bir manzaraya kilitlenmişti. Tarhan’da savaşın girdabından sıyrılarak etrafı çerilere çevrilmiş insan kalabalığına baktı.
         Kül Çor kılıcıyla ustaca ataklar yaparak, Kara Türgişlerin sağ kanadında bulunan komutanların bayraktarına doğru ilerliyordu. Anlaşılan onu düşürüp morallerini iyice düşürmek istiyordu. Ancak araya Tumoçe girdi. Bakışlarındaki nefret bir aslanı bile korkuturdu. Öfkeyle saldırdı.  Kül Çor gücünün olağanca kuvvetiyle elindeki ince, keskin  çelik başlıklı baltasını savurdu.  Fakat hasmı bu vuruşu kalkanıyla etkisiz kılarak, kılıcıyla biçmek için atının üzerinden doğruldu ani bir hareketle Kül Çor’a doğru salladı. Zırhının çelik plakalarına sürttü. Bütün gücüyle yaptığı saldırıyla bir an gardını düşüren Kara’ya karşı Sarı son bir gayretle baltasını kaldırdı, gerindi ve hasmının kalkanından arta kalan baş hizasına  doğru var gücüyle indirdi. Kılıcıyla engellemek istese de bu ağrı darbeye karşı koyamadı. Atının üzerinden kanlar içinde yuvarlanıverdi.

        Gözlerin kan çanağına döndüğü, kan esrikliğinin akılları körelttiği bir vakit Tumoçe’nin bağırtılarının kesişiyle savaş sona erdi. Sulu Han’ın dul eşi esir alınmıştı. Kül Çor işlerini oracıkta bitirmek isterdi ancak halkın nefretine sebebiyet verebilir hem de Çinlilerle olan anlaşmalarına ters düşebilirdi. Onları Çin’in himayesine bıraktı. Böylelikle bir belayı savuşturduğunu düşündü. Belayı ertelemiş olma kuruntusu da yok değildi. Ancak yenilmiş ve otoritesi olmayan bir hanın arkasından kim giderdi ki… O akşam bunun çok üzerinde durmadı ne de olsa savaşın galibiydi o.

        Tarhan kara kıl çadırında oturmuş, henüz Kara Türgişlerle yapılmış olan muharebenin şiddetli izlerini taşıyan zırhı üzerinde olduğu halde, ulağın yetiştirdiği mektubu okumaya dalmıştı. Bedenini kuşatan delik deşik, demir, tunç ve bronz yığınının ham kokularına karışan kan rayihası değildi şu anda onu böylesine rahatsız eden; ruhi sıkıntısının taşınması pek güç ahvaliydi. Çadırının tam ortasında dürüldeyen çinili ocak, cehennemeaçılan kıpkızıl bir geçitti adeta. Armudi rengi kağıdın aharlı [3]yüzeyine titizlikle geçirilmiş harfler bulanıyor, gözlerinin karasına dolanıp kalıyordu. Sızlayan yüreğinin ağısını dağıtmak için derin bir soluk aldı ama nafile.

         “Daha fazla beklemenin manası yok!” dedi, tok sesiyle. Kınından çıkmış bir kılıç gibiydi. Damarlı somakiden yontulmuşa benzeyen şirazeli omuz adalelerinde telaşlı bir kımıltı vardı.  Bir zırh gibi kabarmış bağrı öfkesinin kızıl ağartısıyla  harelenmiş, yavaş ama derin solukların tesiriyle arbede öncesi iriliğine ulaşmıştı. Ayağa kalktı, silkelendi, kendine gelmeye çalıştı. Şu çadırdan çıksa her şey bitecek gibiydi. Bitmeliydi de...



    [1] Çu veya Çuy Nehri: Kuzey Kırgızistan ve güney Kazakistan'dan akan, ortalama uzunluğu 1,300 kilometre olup Kırgızistan'nın en uzun nehridir. Nehir Kırgızistan tarafında, batı Tanrı Dağlarından doğar.
    [2] Rahiya: güzel, hoş koku.
    [3] Ahar: Kağıdın yazı yazmaya çok elverişli olması için, üzerine sürülen madde.


    Türklerin Uyanışı Talas kitabından alıntılanmıştır.
    • Blogger Comments
    • Facebook Comments
    Item Reviewed: Renkler Savaşı (Sarı ve Kara Türgişlerin Hakimiyet Mücadelesi) Rating: 5 Reviewed By: Unknown

    Find Us On Facebook

    Scroll to Top