Geçit Savaşı
Bir
sabah çevreyi kuru bir sis sarmıştı. Dağlardan inerek köyü ve ovayı kaplayan
sis göz göz görmeyecek kadar yoğundu. Karın giderek azaldığı yüksek tepelerden
kötülüğün habercisi gibi sessizce iniyordu.
Kadınlar her sabah olduğu gibi erkenden kalkmışlar ve ellerindeki
kovalarla ırmaktan su doldurmaya gitmişlerdi. Getirdikleri sularla ahırlarda bekleyen
atları ve sığırları sulayacaklardı. Ağır ağır gidiyorlar, güle oynaya
birbirleriyle muhabbet ediyorlardı. Ancak tiz bir sesle irkildiler. Kalenin
duvarlarındaki nöbetçiler, savaş davullarını çalıyorlardı. Korkudan ne
yapacaklarını bilemez halde kara çarşaflarle bezeli kadınlar önce birbirlerine
baktı. Sonra tepelerde mevzilenmiş binlerce askeri görür görmez, can havliyle
kapanmakta olan Semerkant kapılarına koştular.
Sulu Han Emevilerin elinden bulunan Kemerce’yi
ardından Semerkant’ı kuşatmıştı. Hava soğuk ve keskindi. Hazar’ın dağları
inleten rüzgarı, yalçın tepeleri aşarak askerlerin esmerleşmiş benizlerine
vurmaktaydı. Sulu Kağan doru kısrağının üzerinde kavruklaşmış teni ve
gözlerindeki anlaşılmaz tedirginlikle kale surlarını seyrediyordu.
Güneş dağların eteklerinden süzülürken surlar
artık belirginleşiyordu. Kale surlarında muharipler savaş nizamı almış,
surlardan aşağıya isyana kalkışan Soğd Hanı Tuğşad taraftarı birkaç isyancının
cesetleri sallandırılmıştı. Sulu Kağan öfkesinden bileniyor, sağa sola küfürler
saçarak emirler yağdırıyordu.
Kuşatma için hendekler açıldı.
Mancınıklar kurulmaya başlandı. Uzun bir süre kuşatmanın devam edeceği
aşikardı. Çünkü bu kez Sulu, yüzyıllardır Türk hükümranlığı altında yaşayan
Soğd topraklarından Arapları tamamen atmak istiyordu.
Yeryüzüne güneşin alevli okları düşmüş,
dünya ateşler içinde yanmaya başlamıştı.
Rüzgar, hafif bir esintisini dahi
esirgiyordu. Yağmur kendini unutturmuş, toprak çatlamış, derin yarıklarla parça
parça olmuştu. Ağaçlar, otlar, her şey
kurumuştu. Lakin Semerkant ahalisi ve başındaki Sevre hala büyük bir
direniş gösteriyordu. Emevi Halifesi Hişam, Cüneyd komutasında 20.000 asker
daha destek kuvvet gönderiyordu. Sulu Han bu haberi, alır almaz, bir kısım
askerini kuşatma için bırakarak büyük kısmıyla tez peşlerine düştü.
***
Cüneyd
yeni kuvvetlerle Savdar Dağları’ndan Semerkant’ın yardımına gidiyordu.
Kat etmeye çalıştığı mesafe uzun, sarp ve yorucuydu. Türkeş askerleri yolları
kesmişti. Kendisinden yardım bekleyen Sevre bunalmış ve herkes bunun farkındaydı.
Cüneyd mekana, yola, çevreye aşina değildi.
Her tarafta onlara Türkler tuzak kuruyor, pusuya düşürüyordu. Yakın
komutanlarının korkulu bakışlarından da sıkılmıştı.Türkler başkalarına
benzemezler! diyerek açık bir yenilmişlik baskısı sezinliyordu.
Bozkırın her yeri aynıydı, uçsuz bucaksız
bir çöl gibi. İçerleyerek, “Hangi yöne gideceğiz?”dedi. Önlerinde bir dağ yolu
ve bir de Muhterika diye bir yer vardı. Komutanlar kararsızdı. Cüneyd
sinirlenerek, “Muhterika’dan mı Akabe’den mi?” Komutanlardan biri, “İki senedir
ekilmediği için adam boyu ot bürümüştür Muhterika’yı ve bol miktarda ağaç
vardır.” dedi.
Saçları ve sakallarına aklar düşmüş,
çehresinde yara izi bulunan, kısa boylu, tiz sesiyle Mücessir, “Kılıçla ölmek ateşle ölmekten
yeğdir. Eğer Sulu bizim barşımıza çıkarsa bu ağaçları ve otları yakar, ateşten
ve dumandan helak oluruz. Akabe’ye yani dağ yoluna varmalıyız.” Cüneyd’in
aklına yattı gözü keskin cengaverin söyledikleri. Ve ardından “Akabe!” diyerek
atını mahmuzladı.
Akabe’ye yani dağ yoluna doğru sarp
kayalardan ilerlediler. Semerkant’a dört fersah boyuncaya kadar yürüdüler,
geçide girdiler. Sabaha erdiklerinde büyük bir korkuyla uyandılar. Cüneyd hemen
ordusunu savaş düzenine almaya çalıştı.
Sulu Kağan büyük bir orduyla üzerlerine
geliyordu. Soğd, Fergana, Taşkent halkları da Türk Kağanına katılmışlardı.
Tarhan, gözlerine inanamıyor, şaşkınlıktan
ve heyecandan kalbinin sesini işitebiliyordu. Ne yapacağını bilemiyordu. Kılıcı
aklına geldi, ona uzandı neyse ki yerindeydi. Atını tutan iplere asıldı,
tedirgindi. İlk defa böyle büyük orduları bir arada görüyordu. Düşlerden
farklıydı, savaş zorluydu, bozkırın sert rüzgarı yanaklarını kesiyordu. Atasına
baktı. Gözlerinde tedirginlik aradı, bulamadı. Sanki korkusuzdu. Belki de çok
savaş gördüğündendir, diye düşündü. Ardına iyice yaklaştı. Oğlunun hareketli
halini fark eden Bahadır Tudun,” Sakin ol Tarhan, savaşta sakın ardımdan
ayrılma. Kendini savun. Atalarını izle yeri geldiğinde sen de kılıcını
silersin..” dedi.
Tarhan kafasını sallayarak onayladı. Yakın
bir fırtınanın doygun kokularını çekti sonra içine, farkında olmadan derin
derin. Damarlarında çağlayan kanını işitebiliyor, yüreğinin ayazı göz
bebeklerini zonklatan bir baskıyla yukarı doğru usul usul çıktığını hissedebiliyordu.
Ardından bu anı çok daha öncelerin yaşamışcasına tuhaf ve yabancı bir duyguyla
zaman ve mekanın o güven veren, sarsılmaz bilgisi varlıkların, ayaklarının
altından kaydığını hissediyordu. Yüreği kafesinin içinde gürültülü bir takla
attı birden; boğazı kor alevden ilmiklerle düğümlendi. Mazinin, bugünün ve
atinin eridiği gri bir yağmur damlası halinde gördü tüm zamanı. Hazırdı...
Sulu Kağan öncü kuvvetlerinin başında, kılıcını
kaldırmasıyla bütün süvariler bir anda yerinden fırladı. Köşeli adellerinde[1] biriken güç çıldırtacaktı
onu sanki. Atını mahmuzladı[2] sertçe, kısrağı
huysuzlanarak rüzgâr gibi kalabalıkların arasında daldı. Sesler zihinlerde
yankılanıyor, uğultular, bağırışlar, kılıç sesleri birbirine karışıyordu.
Gökyüzünün sarı bir ağartıyla inceldiğini
ayrımsayarak ürperdi o an. Ortalığı, unutulmuş sayısız kederli havasına ve
incecik tozuna bulayan sert bir rüzgar esti. Savdar Dağları’ının puslu
zirveleri arıdan ine yağmurun, havayı damla damla soğutan kan kokusu doldu
genzine.
Tarhan ölüme koşuşturan ordusuna baktı. Sislerin arasından avlarını pusulayan bir kurt
sürüsü kadar vahşiydi. Bütün askerler savaştan tatmin olmamışcasına belirlediği
rakiplerin üzerine atılıyordu. Ağır
baskı altında azmini yitirmeyen yürekler, düşmanın gırtlağına çöker çökmez,
korkulu bir düş peyda oluyordu.
Tarhan atının dizginlerini gevşetmiş,
atasının arkasından mahmuzlamıştı sertçe... Ondan geri durmak istemiyor hatta
kendini ispatlamak istiyordu. Bu zamana kadar almış olduğu savaş eğitimlerinin
hakkını vermeliydi.
Esmerleşmiş buğday teni güneşte
gerginleşmiş yeşil göz bebeklerinde duyumsadığı korkunun o tanıdık siması
belirginleşmişti. İçindeki sükunetin bozan bir uğultu başını döndürüyordu.
Artçılar Arap süvarileri kanatlardan
sarıyor, bir hilal içre sardıklarını bellemişti. Ve nihayet Arap süvarilerle
göğüs göğüse çarpışma gerçekleşti. Demir mızrakların namluları arasında
askerler birbirini biçiyordu. Güçlü kuvvetli adamlardı... Dikkatli bakılırsa
bronz kalkanlarının ve zırhlarının yıranmış olduğu belli oluyordu. Çok fazla
savaş gördükleri söylenebilirdi. Ancak Türkler, çifte su verilmiş Türk çeliği
kullanıyor, göğüs göğüse muharebede bu üstünlüğü tartışılmaz eğri kılıçlar
kullanıyorken onların yitip gitmesi an meselesiydi. Kanatlardan gittikçe
hırpalanııyorlar, ok menzillerine girerken oracığa düşüyorlardı.
Tarhan daha on iki bahar görmüş, toy bir
delikanlıydı. Ancak kendinden beklenmedik hamlelerle kendisini korumayı
başarıyordu. Yaşdaşlarına göre oldukça
iri yapılıydı. Elleri ve yüzlerine kan bulanmış, zamana ve mekana karşı soluk
bir varlığa dönüşmüştü.
Bir süvari... Evet bir Arap süvarisi beyaz
mintanından kanlı sarığıyla üzerine doğru at sürüyordu. Onu çok geç fark etmişti. Omzuna saplanan
mızrakla attan yuvarlandı. Fakat acem işi zırhını mızrak delememiş oldukça
berelemişti. Yerde acı içinde kıvranmaya başladı. O ölümün gönlüne çöreklenen o
kederli kımıltısıyla çok erken tanışıyordu. Keskin ve kasvetli bir duyguydu.
Bir şeyler ters gideceği zaman sezdiği o ikaz yüklü, kötü korkulu karanlığın
varlığıyla ilgiliydi.
Miğferinin donuk madeninden yansıyan öğle
güneşine doğru eğilerek, mızrağı çıkarttı.
Canı canlı canlı bedeninden sökülüyordu sanki. Omzunu kavlayan mızrağın namlusu kolunun ehil bir uzantısıydı
adeta. Ölgün ışığın yansımalarıyla can bulmuş yağlı çelik öylece duruyordu.
Sessiz artık tesirsiz...
Arap süvari tekrar yeni bir hamle için
kendini kontrol ettiğini fark etti. Hırsla tekrar üzerine atını mahmuzlamıştı.
Ezip geçmek, atının ayakları altında çiğnemek istiyordu anlaşılan. Süvarinin
her adımda şangırdayan zırhı, gövdesini daha da irileştirmişti. Ne yapacağını
bilemiyordu, Tarhan. Hızlıca etrafına bakındı. Mızrak...
At acılar içinde kişniyor. Boyun altına
saplanan mızrağın acısıyla şaha kalktı ardından bütün ağırlığıyla yıkıldı.
Üzerindeki süvarisi de tepe taklak kanla çamurlaşmış toprağa yuvarlandı. Süvari
silkilenerek kalktı. Dudakları öfkeden
gerilmiş, hırıltılar ve salyalar saçan ağzındaki iri dişleri ortaya çıkmıştı.
Gaddar bir ifadeyle kısmıştı gözlerini, soluğu kan kokuyordu.
Tarhan nefes almaya, toparlanmaya çalıştı.
Ne var ki omzunun eklemlerinde hapsolan acı ürküttü kendisini. Tez davranması,
amansız bir karşı saldırıyla hasmının ümidini kırarak cesaretlenmesi
gerekiyordu. Bir savaş narası kurtuldu dudaklarından. Bu nara düşmanın yüreğine çörekleneceği yerde
cılızlığıyla kendi yüreğini kavlamıştı.
Bir
göz açıp kapanma süresinden başında bitmişti süvari. Bronz miğferinin sivri
tepeliği, ifadesini daha da karartan bir gölge düşürmüştü gözlerine. Dudakları
öfkeyle titriyordu. Tarhan’ın gırtlağına yapıştı. Hafifçe sıyrılan deri
göğülüğünün altından soluğu hızla kesiliyordu. Büzüldükçe büzülüyor, sorlukları
uğultuya dönüşüyordu.
Tarhan
gerginleşen elleriyle etrafta bir şeyler arıyordu. Süvarinin belindeki
hançer gözüne ilişti. Daralan gözlerinde korku ve şaşkınlık iç içe girmiş
çırpınıyordu. Anlaşılan süvari onu hançerle değilde elleriyle öldürerek tatmin
olmak istiyordu. Tarhan karanlık bir öfkeyle yüreği bilendi. Zorlanarak hançere
uzandı. Sertçe süvarinin boğazına sapladı. Kanlar yüzüne doğrı
fışkırıyordu. Debelenerek boynuna
bastırdı ama ne çare. Bütün ağırlığıyla saniyeler içinde Tarhan’ın üzerine
yığıldı.
Gırtlağındaki mengenenin baskısının
azalmasıyla derin bir nefesle soluklanmış, ani bir dalgalanma ile kendinden
geçiyordu. Yüreği korku ve öfkeyle narlanan Tarhan zaman ve mekanı kavramlarını
yitriyordu. Bilineni yitirmeden en son gördüğü şey, akşam moru sert ışıkları harelenmeye ve kararmaya
başlarken atası Bahadır Tudun’un ona doğru koştuğu, Türklerin utku dolu
çığlıklarla Arapları kovaladığıydı.