Amül Kerbelası Türkler ile Emeviler arasında gerçekleşen savaşta yaşanmış bir olaydır. Arap ordularının su kaynakları erişememesi ve Türk kuvvetlerinin geçit vermemesiyle yaşanmıştır. Türklerin Uyanış Talas kitabından alıntı yapılarak verilen aşağıdaki kurgu sizlere olayı daha net açıklayacaktır.
"Amül Kerbelası"
Güneş, batı ufkuna kızılımsı bir kuşak çekmişti. Rüzgar,
cehennemi sıcaklığın ardından esiyor, batıdan kızıla boyalı beyaz bulutlar
taşıyordu. Güneşin son yalımları, uzaktaki tepelerin yamaçları dibinde erimiş
maden birikintileri gibi toplanmıştı. Gökyüzü top top karartı halinde kuş
sürüleri tarafından kuşatılmıştı. Kuşların insanın ruhunu delik deşik eden tiz
sesleri ortalığı velveleye veriyordu.
Duman kütlelerin Taşkent’ten görünüyordu.
Büyük bir orman yangını gibi devasa ateşler hızla ilerliyordu. Sulu Kağan,
Fergana steplerinde karargahını kurmuş geniş bir gök otağa ulakların biri
geliyor biri gidiyordu. Otağın önünde üstü süslü sayvanla kapatılmış kilimli
bir yol uzuyordu. Yolun iki yanına kurt başlı ve gök saçaklı tuğlar dikilmişti.
Kubbeli otağın tepesinde Türgiş sancağı dalgalanıyordu.
Tepelerin eteklerinden rüzgar gibi bir atlı,
karargaha hızlıca girdi. Saçları rüzgarda dağılıyor ak tolgalı atı deli gibi
koşturuyordu. Ulak[1]
atından atlayarak indi, telaşla askerlere bir şeyler söyledi.
Bahadır Tudun telaşlı gözlerle izledi bu
durumu. Biraz sonra Sulu Kağan çadırından çıktı. Gözleriyle ufku taradı. O da
farkına varmıştı. Devasa dumanlar gökyüzünü kaplayarak ilerliyordu.
Sulu Kağan sinirli sinirli bağırarak
askerlerine emirler yağdırmaya başladı. Karargahtaki askerler hızlı bir şekilde
savaş düzeni aldılar.
Yeni halife Hişam’ın atadığı Müslim bin
Said, Horasan valisi, çok geçmeden ordusuyla göründü. Tüm o yangınların sebebi bu
orduydu anlaşılan. Her bir tarafı bütün ekinleri bütün bahçeleri köyleri ve
kentleri yakıp yıkarak geliyordu.
Bahadır Tudun durumu yerinde gözledi. Neyse ki
savaş avantajı onlardaydı. Sulu Han su kaynaklarına yakın bir yerde karargah
kurmuş gereken önlemi almıştı. Araplar hem yorgun hem susuz savaşmak zorunda
kalacaklardı. Bahadır Tudun, bu zeki adama güveniyordu.
Müslim bin Said’in ordularını bozkırın
keskin havası oldukça yormuştu. Aniden yollarına bir bent gibi çıkan Türk
muhariplerini görünce saflarda ani bir kargaşa oldu. Müslim bin Said ancak bir
zaman sonra şaşkınlığın üstesinden gelebildi. Su kaynaklarını ele geçirmesi
gerekiyordu. Yoksa ordusu savaştan değil susuzluktan telef olacaktı. Süvarilerine
hücum emri verdi. Binlerce atlı süvari bir anda akına geçti.
Sulu Kağan kartal bakışlı gözlerini yağı
ordusuna mimleyerek tolgasına[2] gök kuşağı bağladı. Yüzünün hatları gerilmişti ve toprağın
karnında yatan kadim savaşçılar kadar ürkütücüydü. Tiz bir sesle “Okçular! Temren[3] okla!
“Hazır!”
Türk okçuları hemen ön saflara geçerek hazırlandılar.
Sadaklarından birer ok aldılar.
“Kiriş[4] çek!”
Çeriler oklarını kirişe sürdü, eklemlerini
zorlayarak gerdiler. Hepsi fırlamaya hazır bekliyordu. Derin bir sessizlik
vardı. Sulu’nun gözleri nefretle bakıyordu birazdan yere çivilenecek Emevilere.
Onlara kızıl tamunu bile az kalacağını düşünüyordu.
“Fırlat!” emriyle oklar
kara bulut kümeleri gibi gökyüzünü kaplayarak süzülmeye başladı.
Gelen
süvariler saflara ulaşmadan başaklar gibi dökülüyorlardı. Daha fazla zayiat
vermemek için süvarileri Müslim geri çekti. Bu kez piyadeleri, okçularla
birlikte ileri sürdü. Kanatlardaki Türgiş atlıları hızla ve gök gürlemesi gibi
taymalarla[5] fırlayıp sökün[6] ettiler. Diğer tarafta
kendi kanatlarını hücuma kaldırdı. Yaklaşan iki ordu bir anda birbirine girdi.
Kılıç şakırtıları ortalığı inletiyordu. Sulu Kağan askerlerine emirler
yağdırıyor, Arap ordularının su kaynaklarına erişmemesi için okçulara
bağırıyordu.
Bitkin, susuz ve yorgun Emevi savaşçıları
perişan bir haldeydi. Direnemeyeceğini anlayan Müslim ordusunu geri çekti.
Ancak savaş avantajını kaçırmak istemeyen Sulu Han peşlerini bırakmadı. Bu
kovalamaca günler sürdü.
On birinci günün şafağında sabah güneşi
dağlara doğru yaslanırken, yerle gök arasında yüzlerce renk birbir üzerine binmişti. Emevilerden
nefret eden Türk ve diğer Soğd Hanlıkları da birleşerek Emevilerin önlerini
kesmişti. Emevi orduları iki ateş arasında kalmıştı artık.
Meçhul gölgeler güneşin artan ışıkları altında bir bir yere düşüyordu. Çatlamış
toprağın yarıklarını oluk oluk akan kanlar pelte pelte dolduruyor, köpük köpük
buğuyla tüten çamur deryası oluşturuyordu.
Sıcağın tesiriyle ağarmış gökyüzünde harap
bir mızrak başı kadar yükselen donuk güneş,tüm dehşetiyle kavuruyordu artık arzı. Kızgın kaya ve toprak kokuyor; suları
çakilmiş nebatın[7]
ölgün gövdelerinden yükselen ağılı usareler[8] genizleri yakıyordu.
Her
taraf yangın yeriydi. Emeviler tüm ekili arazileri yakmış meyveli ağaçları
kesmiş geride halka yiyecek namına hiçbir şey kalmaması için uğraşmıştı. Onları
ölüme terk etmek yok etmek istiyorlardı. Lakin şimdi kendileri ölümün pençesinde
Amul’de kıvranıyorlardı. Savaştan,
açlıktan, susuzlukta kırılıyorlardı. Yaralıların
çığlıkları, emirler birbirine karışıyordu. İnsan ve at ölüleri düzlükleri ve
çukurları doldurmuştu. İnsan denizi, kan denizi oluvermişti. Cesetler
çiğnenmeden geçilmiyordu. Gökte kızgın güneş ateş saçıyor, yerde kızgın
insanlar birbirini biçiyordu. Oklar mızraklar uçtu, kılıçlar şakırdadı.
Kalkanlar gümbürdedi. Kelleler düştü kollar kesildi. Seyhun ötesindeki
bütün Arap nüfuzu böylelikle tüm güçlerini yitiriyordu. Kaçacak yerleri iyice
daralıyordu. Müslim bin Said çoğu askerini geride bırakarak kaçmak zorunda
kaldı.
[4] Kiriş: Ok atılan
yayın iki ucu arasında bulunan ve gerilerek okun atılmasını sağlayan esnek bağ.
[5] Tayma:
Bir hücum narası.
[6] Sökün
Etmek: Birçok
kişi ya da birçok şey birbiri ardından ve arkası kesilmeden gelmek, ardı ardına
görünmek anlamındaki sökün
etmek sözünde geçer.
[7] Nebat:
Bitki.
[8] Usare:
Öz su.